24 Mayıs 2017 Çarşamba

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm 1)

Eğer ölürsen ordunu asla affetmem, demişti bana. Âşıkların dile getireceği türden bu sitemi dostluğuna yormuştum. Şahsıma ayıracak birkaç saati olduğundan ötürü beni uğurlamaya gelmişti. Daha iyi sohbet edebilmek için bir pastanede oturduk. Harp ilan edildikten sonra birçok müessese devletin tekeline geçmişti. Kalan birkaç özel işletme ise sattıkları ürünlerin fiyatını arttırmış, sundukları hizmeti pahalılaştırmıştı. Her ne kadar kendisi hesabı ödemek istediyse de ona fırsat tanımamış, iki dilim pasta ve bir sürahi limonataya cebimdeki paranın yarısını yatırmıştım. Biraz hoşbeş ettik. Savaşın nedenleri, istikbalimiz, yurdumuzun durumu, kısmet olursa en yakın ne zaman döneceğim hakkında konuştuk. Gözlerinin içine bakmaya gayret ediyordum.  Sorusuna muzipçe bir sırıtışla cevap verdim: Eğer ölürsem ordumu asla affetme, kabulümdür. Böyle olmayabilirdi, diye düşünüyordum aynı zamanda. Ordumun onurunu, cephede cansiperane bir şekilde korumak yerine şatafatlı balolarda üzerimde üniforma ve kolumda seninle birlikte yüceltebilirdim. Bittabi bunu dile getiremedim. Pek açık sözlü biri değildim.   Asıl ayrılık acısını bir hafta sonra, sevgilisini cepheye uğurlarken yaşayacağına eminim. Benden bir hafta sonra cepheye nakledilecek olan sevgilisi, üst düzey bürokrat ahbaplarının yardımıyla kaçınılmaz çağrıyı anca bir hafta geciktirebilmişti. Ben, onların hikâyesinin anlatıldığı belgeselde bir görünüp bir kaybolan tanığın tekiydim sadece. Benim rolüm burada bitiyordu. Yardımcı erkek oyuncu, kompartıman penceresinden kendisine seslenen muvazzaf subayın çağrısına uyarak trene binecek; tren hareket edecek; gözden kaybolacak ve de ekran kararacak. İşte rolümü oynadığım son sahne bu olacaktı. Babamdan yadigâr kalan ve ikinci babam saydığım Saatçi Usta’nın tamir ettiği cep saatini çıkardım ve kaçı kaç geçtiğine baktım. Trenin kalkış saati sevk için gelen askerlere evvelden bildirilmişti. Daha yarım saatim vardı. Limonatadan bir yudum aldım, en verimli şekilde harcamak istiyordum kısıtlı zamanımızı. Dostlarını, eşlerini, kardeşlerini, oğullarını savaşa uğurlayan insan kalabalığı dört bir yanımızı sarmıştı.

 ‘’Beni yolcu etmek için geldiğini o biliyor mu?’’ Ağzımda safra tadı kadar acı bir hâl almış olan soruyu nihayet dile getirebilmiştim. Gözlüğünü çıkardı, katladı ve masanın üstüne koydu. ‘’Bilmiyor olsaydı burada olmazdım.’’ İçimde ayandon fırtınası misali kabaran ani öfke dalgasını dindirmek için bir müddet nefsimle cebelleşip dilimi ısırdım. Huzursuzca yerimde kıpırdandım. Saatime tekrar bir göz attım. Sıkıntımı fark etmiş olacak ki: ‘’Daha oturalım. Hem bakayım… Evet, daha yirmi beş dakikamız var.’’ Konuşurken elime dokunmuştu. Beden dilinde bu tür hareketler iletişim hâlindeyken karşınızdakinin dikkatini kendinizde odaklamak amacıyla yapılırdı, ben ise bundan başka manalar çıkaracak denli karşılıksız bir aşkın pençesinde lime lime olmaktaydım. Gardaki emir erlerinden biri megafon aracılığıyla sesini duyurmaya çabalıyordu: ‘’Saat 17:05 treni ile Güney Cephesi Karargahına teslim olmaya gidecek askerlerin dikkatine! Herkes Peron 76’da toplansın. Refakatçiler perona alınmayacaktır. Tekrar ediyorum…’’ Sokrates’in baldıran zehrini içmeden önce yakınlarına hitaben sarf ettiği o ünlü cümleleri mırıldandım: ‘’Ayrılık vakti geldi çattı. Ben ölmeye, sizler ise yaşamaya. Hangisinin daha makbul olduğunu yalnızca Tanrı bilebilir.’’ Ayağa kalktım. Elimi ceketimin iç cebine sokarak özenle katlanmış bir kâğıdı ona uzattım. Usulca aldı ve açıp içeriğine bakmadan kâğıdı çantasına yerleştirdi. Sarıldık. Ben tren garına doğru yollanırken o arkamdan el sallıyordu. Ona verdiğim kâğıtta ne yazdığını henüz bilmiyordu, lâkin ben biliyordum:

Nergislerin öbeklendiği o küçük, şirin tepede bekle.
Cennet kucağında topla bütün güzel kokulu çiçekleri
O zaman antik kalıntılar dirilir birden höyüklerinde
İsmi muğlak tanrıçaların sana yansır şuh güzellikleri.

Lilith'den miras kalmış olan asilliğin ve letafetin
Talmud'da lanetle anılmış olsa da iman etmem ona.
Sen ki Tanrı katından azledilmiş bir kadının eşisin
Ünün yayılmış Aden'in vadilerinden tüm cihana.

Fakat ne çare zalimce kırılırsa şayet kalemim
Hüküm verirlerse Sokrat'a olduğu gibi hakkımda
Kim anlatırdı yoksa nergislerle nilüferlerin
En hakiki kardeş olduklarını bu şiirce sana?

Rezenelerin doldurduğu o yeşim bahçelerinin
Ne de güzel olur kokusunu içine çekebilmek.
Hatıratından çıkarma, farkına var söylediklerimin
Metruk topraklarda bir onurdur isminle yaşayabilmek.



2 yorum: