30 Mayıs 2017 Salı

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm - 3 / Savaşan Bir Savaş Muhabiri)

  Sınıf farkından daha büyük farklar da var hayatta. Toplumsal düzlemde sınıflar arası dikey geçiş için gayret sarf edilerek aşılacak sınıf farkı; çözümü azme, çalışkanlığa ve birtakım yapılması mübah olan hilelere dayanan alelade bir problemdir. Üzerinde fazlaca beyin fırtınası yapmaya gerek yok. Peki, sınıf farkından daha büyük farklar var demiştim, ne gibi? Benim, ‘’sınıflardan, benlikten, bencillikten sıyrılmış ve ayaktakımının koruyucu azizliğini yapan ihtilalci bir şövalye olmak’’ ideam ile o’nun tasavvur ettiği ‘’sade, çağcıl ve romantik yaşantı’’ gibi… Ha, o düşlediğine er geç sahip olacaktır – hem de bu coğrafyada doğup büyüdüğü hâlde, buna katiyetle inanıyorum. Ben ise…
*
  Herkes bilir ki orduda sigara demek; mahsulünü asgari fiyattan devlete satmaya gönülsüz razı olmuş çiftçilerin sövgüleriyle beraber işledikleri tütün demektir. Kumanyasında tütünü dağılmamış olanlar, gece karanlığında mevkilerini hasımlarına belli etmemek için yanmış cesetlerin üzerine eğilerek sigaralarını yakıyorlardı. Ben de öyle yaptım ve Yüzbaşı’nın çoktan kora dönmüş cansız bedeninin yaydığı ısıyla sigaramı yaktım, ardından izbe bir köşeye -bir tank iskeletinin arkasına- sığınarak tüttürmeye başladım. Plan başarısız olmuştu. Karargâhta bir hain vardı, hem de subayların arasında, bizi o ele vermişti. Dönek subay, şifreli bir telgraf çekerken yakalanmıştı, anlaşılan ihanet etmekte acemiydi. Kurt sürüsündeki çakal, Dokuzuncu Mıntıka’nın içtima alanında kurşuna dizilirken kumandanımız öfkeden köpürmüştü. Yine de harekât iptal olunmamış, saldırı emri verilmişti. İşte sonuç meydandaydı: Savaş meydanında. Kaybetmiştik.

  Boynumda asılı duran fotoğraf makinesi ile şimdiye kadar birkaç poz çekebilmiştim. İlki, hain subayın infaz anına aitti. [Bir hainin gözyaşları…] İkincisi, mekanize piyade tümeninin harp alanına intikal ederkenki görüntüsü idi. [Şanlı desteğin gelişi…] Üçüncüsünü ise gazetede yayınlamayacaklarına emindim, zira düşman askerlerinin esir aldıkları bir silah arkadaşımızı suratlarında iğrenç bir gülümseme ile öldürdükleri o dehşetengiz manzaranın fotoğrafıydı. [Böyle öldük…] Makinenin zaman ayarını kurdum ve flaşını kapatarak makineyi tam karşıma koydum. Beş saniye, dört saniye, üç saniye… Başımı sağa, hâlâ silah seslerinin yükseldiği tarafa çevirdim. İki saniye… Elimi ağzıma götürdüm ve sigaramdan derin bir nefes çektim. Bir saniye… Objektife baktım. Çıkırt! Dördüncü fotoğraf: ‘’Savaşan bir savaş muhabiri…’’ Ordu bünyesinde çıkarılacak olan Postalların Haşmeti adlı gazetede ilk sayfada tam boy yayınlanacak olan fotoğraf böylece ortaya çıkmıştı.

*
  …savaş bittiğinde bir gelişme kat edebilirdim. Başka bir kadına abayı yakar, Postalların Haşmeti adlı gazeteyi savaş sonrası devletten devralarak militarist yayın çizgisinde devam ettirip köşeyi dönebilirdim.


  Sınıf farkını sorguladığım, geleceğe yönelik öncül girişimlerde bulunduğum –yani planlar yaptığım-, gazeteye yazacağım ilk haberi düşündüğüm zaman dilimi sadece bir sigaranın küllükte tek başına kalıp da tükendiği vakit kadardı. Bunu saymıştım: Hepi topu, dört dakika. Dört dakikalığına görevime ara vermiştim. Neden sonra tüfeğimi kaptım ve benimle birlikte bu fare kapanında kısılı kalmış iki yoldaşıma şöyle bir göz atarak ateş hattına fırladım. Ölümün yakamozlar doğrayan o pes sesi, düşman mitralyözlerinden çıkarak beni Tanrı’dan çaldığı cehennemine çağırıyordu. Tabanlarım kıçıma vura vura ondan kaçtım. Bu bölgeyi terk etmem ve Dokuzuncu Mıntıka’nın istihkâm siperlerine geri dönmem gerekiyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmıştım işte: İsabetli olduğunu düşündüğüm yaklaşık otuz atış, hunharca harcadığım iki şarjör, çekebildiğim dört poz… 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder