Sınıf farkından daha
büyük farklar da var hayatta. Toplumsal düzlemde sınıflar arası dikey geçiş
için gayret sarf edilerek aşılacak sınıf farkı; çözümü azme, çalışkanlığa ve
birtakım yapılması mübah olan hilelere dayanan alelade bir problemdir. Üzerinde
fazlaca beyin fırtınası yapmaya gerek yok. Peki, sınıf farkından daha büyük
farklar var demiştim, ne gibi? Benim, ‘’sınıflardan, benlikten, bencillikten
sıyrılmış ve ayaktakımının koruyucu azizliğini yapan ihtilalci bir şövalye
olmak’’ ideam ile o’nun tasavvur ettiği ‘’sade, çağcıl ve romantik yaşantı’’
gibi… Ha, o düşlediğine er geç sahip olacaktır – hem de bu coğrafyada doğup
büyüdüğü hâlde, buna katiyetle inanıyorum. Ben ise…
*
Herkes bilir ki orduda sigara demek;
mahsulünü asgari fiyattan devlete satmaya gönülsüz razı olmuş çiftçilerin
sövgüleriyle beraber işledikleri tütün demektir. Kumanyasında tütünü dağılmamış
olanlar, gece karanlığında mevkilerini hasımlarına belli etmemek için yanmış
cesetlerin üzerine eğilerek sigaralarını yakıyorlardı. Ben de öyle yaptım ve
Yüzbaşı’nın çoktan kora dönmüş cansız bedeninin yaydığı ısıyla sigaramı yaktım,
ardından izbe bir köşeye -bir tank iskeletinin arkasına- sığınarak tüttürmeye
başladım. Plan başarısız olmuştu. Karargâhta bir hain vardı, hem de subayların
arasında, bizi o ele vermişti. Dönek subay, şifreli bir telgraf çekerken
yakalanmıştı, anlaşılan ihanet etmekte acemiydi. Kurt sürüsündeki çakal, Dokuzuncu
Mıntıka’nın içtima alanında kurşuna dizilirken kumandanımız öfkeden köpürmüştü.
Yine de harekât iptal olunmamış, saldırı emri verilmişti. İşte sonuç
meydandaydı: Savaş meydanında. Kaybetmiştik.
Boynumda asılı duran fotoğraf makinesi ile şimdiye
kadar birkaç poz çekebilmiştim. İlki, hain subayın infaz anına aitti. [Bir
hainin gözyaşları…] İkincisi, mekanize piyade tümeninin harp alanına intikal
ederkenki görüntüsü idi. [Şanlı desteğin gelişi…] Üçüncüsünü ise gazetede
yayınlamayacaklarına emindim, zira düşman askerlerinin esir aldıkları bir silah
arkadaşımızı suratlarında iğrenç bir gülümseme ile öldürdükleri o dehşetengiz
manzaranın fotoğrafıydı. [Böyle öldük…] Makinenin zaman ayarını kurdum ve
flaşını kapatarak makineyi tam karşıma koydum. Beş saniye, dört saniye, üç
saniye… Başımı sağa, hâlâ silah seslerinin yükseldiği tarafa çevirdim. İki
saniye… Elimi ağzıma götürdüm ve sigaramdan derin bir nefes çektim. Bir saniye…
Objektife baktım. Çıkırt! Dördüncü fotoğraf: ‘’Savaşan bir savaş muhabiri…’’
Ordu bünyesinde çıkarılacak olan Postalların Haşmeti adlı gazetede ilk sayfada
tam boy yayınlanacak olan fotoğraf böylece ortaya çıkmıştı.
*
…savaş bittiğinde bir gelişme kat edebilirdim.
Başka bir kadına abayı yakar, Postalların Haşmeti adlı gazeteyi savaş sonrası
devletten devralarak militarist yayın çizgisinde devam ettirip köşeyi
dönebilirdim.
Sınıf farkını sorguladığım, geleceğe yönelik öncül
girişimlerde bulunduğum –yani planlar yaptığım-, gazeteye yazacağım ilk haberi
düşündüğüm zaman dilimi sadece bir sigaranın küllükte tek başına kalıp da tükendiği
vakit kadardı. Bunu saymıştım: Hepi topu, dört dakika. Dört dakikalığına
görevime ara vermiştim. Neden sonra tüfeğimi kaptım ve benimle birlikte bu fare
kapanında kısılı kalmış iki yoldaşıma şöyle bir göz atarak ateş hattına
fırladım. Ölümün yakamozlar doğrayan o pes sesi, düşman mitralyözlerinden
çıkarak beni Tanrı’dan çaldığı cehennemine çağırıyordu. Tabanlarım kıçıma vura
vura ondan kaçtım. Bu bölgeyi terk etmem ve Dokuzuncu Mıntıka’nın istihkâm
siperlerine geri dönmem gerekiyordu. Elimden gelenin en iyisini yapmıştım işte:
İsabetli olduğunu düşündüğüm yaklaşık otuz atış, hunharca harcadığım iki
şarjör, çekebildiğim dört poz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder