24 Mayıs 2017 Çarşamba

Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü (Bölüm 2 / Dokuzuncu Mıntıka)

  Karargâha ulaştığım zaman elbette sıcak bir karşılama beklemiyordum. Sonuç olarak komutası altına girdiğim kumandanın emirlerine tabi rütbesiz bir er idim. Benim gibi binlercesi daha trenlere doldurulmuş, Güney Cephesi Hattına getirilmişti. Askerî tabipler, tuğbaylar, apoletlerinde bilmediğim işaretlere sahip kıdemliler; hepsi bir koşuşturmaca içerisindeydiler. Bir ay öncesine dek ordudaki mevcut eratın sayısı yeterli gözükmekteydi. Sonrasında ise savaş, çıtasını yükseltmiş ve artık içine mesleği askerlik olmayan halk tabakasını da katmıştı. Savaşın kucağına pike yapan bir uçak misali atılmadan evvel dergilerde ve gazetelerde yazarlık yaparak geçimimi sağlıyordum. Bu işin getirisi azdı ve geleceği de pek parlak değildi, ancak stressiz bir işti – severek yaptığım bir meslekti. Zaten küçüklüğümden beri ama iyi ama kötü yazıyordum.

  Birkaç haftalık temel eğitimin ardından gelmiştim buraya. Dolayısıyla fazla sıra beklemeden adıma zimmetli üniformamı ve silahımı alarak bir inzibat çavuşunun eşliğinde yüzbaşının makamına götürüldüm. Katlanır-açılır bir sandalyeye oturmam işaret edildiğinde hiç ses etmeden usulca oturdum. Sırtımda üniformam yoktu, ancak bir asker sayılırdım ve askeri selam vermem icap ederdi. Fakat muhatabımın işi başından aşkın oluşundan ötürü bu eyleme fırsat bulamamıştım. Yüzbaşı, arkasında asılı olan haritayı neredeyse kapatacak denli iri cüsseli bir adamdı. Yüzbaşının sol elinde eldiven olduğu hâlde sağ eli çıplak ve mürekkep lekeleri olduğunu tahmin ettiğim lekelerle kaplıydı. Önünde açık bulunan koca deftere birtakım notlar alıyordu. Kurulu bir telsiz hemen sağ dirseğinin dibinde duruyor, telsizden yükselen ve birbirine karışan cızırtılı sesler çadırın içini dolduruyordu. İki-üç dakika konuşmadan bekledik. Başını notlardan kaldırıp gerinerek gözlerini benimkilere dikti. ‘’Sen C. olmalısın. Öyle ya, seni getiren çavuşa başkentten kalkan 17.05 treni ile gelecek Ulusun Onuru Gazetesi yazarlarından Sayın C.’yi karşımda istiyorum, demiştim.’’ Başımı yukarı aşağı sallayarak onayladığımı bildirdim. ‘’Evet, efendim, ben C.’nin ta kendisiyim.’’ Bir müddet beni süzdü. Silahımı çadırın girişindeki nöbetçiye teslim ettiğim hâlde üniformam koltuğumun altında duruyordu. ‘’Âlâ. Buradan çıktıktan sonra hemen hazırlan. Ondan önce ise biraz laflayalım. Ulusun Onuru Gazetesinde son yayınlanan makaleden haberin var mı? Hem de ilk sayfada büyük puntolarla duyurulmuş.’’ Haberim yoktu. ‘’Aslına bakarsanız buraya gelmeden önce, gazetenin genel yayın yönetmenine istifamı sunmuştum. Tazminatımı almış -ki tazminatımın dörtte üçlük kısmı devletin hesabına aktarılmıştı- ve zihinsel olarak kendimi savaşa hazırlıyordum.’’ Yüzbaşının suratına yayılan gülümseme bu durumdan hoşnut olduğunu gösteriyordu. ‘’Güzel.’’ Son heceyi uzatarak söylemişti. ‘’Güzel, zira bahsettiğim makale savaş karşıtı propagandalara kulak verir nitelikteydi. Sanki keyfimizden harp ilan etmişiz de, efendim, aslında buna gerek yokmuş da! Deli gevelemesi işte… Her neyse, konumuza dönelim. O gazetenin bünyesinde yer almaman senin için hayırlı olmuş. Savaş Bakanımız o haberi görünce öfkeden köpürmüş ve tüm gazete çalışanlarının ordudan uzak tutulmasına karar vermiş. Bizim de ordunun içinde gazetecilik yapacak, ancak bir savaş muhabiri gibi davranmayacak – tarafsız kalmayacak ve gerektiğinde çatışacak elemanlara ihtiyacımız var. Biliyorum, ikinci sınıf bir gazeteci sayılıyorsun, zira bana göre medyada ön plana çıkmayan her gazeteci-muhabir ikinci sınıftır, bunu değiştirmek ister misin?’’ İkinci sınıfmış… Üstüm olduğundan dolayı itiraz edemedim. ‘’Emredersiniz yüzbaşım!’’ Nereden bilebilirdim ki hayatımın değişeceğini… Şayet bilseydim, verdiğim kararın üzerinde beş dakika da olsa düşünürdüm muhakkak. Oysa ben hiç vakit kaybetmeden cevap vermiştim. Vazifenin detaylarını öğrenince şevklenmiştim; çünkü ordunun gazetesinde başmuhabir olacaktım!

***

Gün boyu sağa sola koşuşturup birkaç ayak işini yetiştirmeye çalıştıktan sonra gece vakti yatakhaneye vardığımda kafamı yastığa koyduğum gibi uyumuşum.

  Koğuşa dalan askerlerin çıkardığı ses ile gözlerimi açtım. Postalların rap rap’ları koridoru inletiyordu. Neler olduğunu bilememenin verdiği şaşkınlıkla doğruldum. İsmini dün öğrendiğim subaylardan teki öne çıkarak o gür sesiyle hemen içtima için hazır olmamızı emretti. Kamuflajımın üstünü kafamdan geçirmiştim ki yeri titreten bir sesle alçak uçuş yaptığını tahmin ettiğim bir uçak hızla binanın üzerinden geçti. Pantolonumu giyip postallarımı ayağıma geçirir geçirmez koşarak dışarı fırladım. Karargâh ayaktaydı. Acaba ne için hazır ol’da idik… Sebebi neydi bu hareketliliğin? Cephedeki ikinci günümde kanaat getirdim ki, savaşın seyrini; yıllanmış askerler, ileriyi görebilen zeki rütbesizler ve ancak kocamış komutanlar bilebilir. Gerisi ise eldeki sağlam olmayan verilerle çürük hipotezler kurabilir.

 Olağan dışı bir canlılık göze çarpıyordu. Bilinmezlikten vuku bulan korku, korkuyu harlatan heyecan, heyecanın kösteklediği düzen... Nizamı bozulmuş bölükler, başka birliklere kaynamış erler… Dokuzuncu Mıntıkanın hâli vahimdi. Neden sonra öğrendik ki bir kuvvet komutanı mıntıkamızı ziyarete gelmiş. Tabii biz tecrübesiz, yeni yetme, alelade askerler ise savaşa gidiyoruz sanmıştık! Ne büyük aldanış ama... Oysa kuvvet komutanını ağırlayıp da yolcu eder etmez tekrar içtimaya geçtik. Beklenen emir açıklanmıştı: Yarın 9. Mıntıkanın iki bölüğü –bir tanesi demem gerekli mi bilmem amma benim bağlı olduğum bölüktü- vur kaç taktiği ile hasmın öncü birliklerini yoracak; sıradaki aşamada ise mekanize piyade tümeni çatışma mevkine intikal ederek düşmanın gözcülüğünü yapmakta olan bölükleri imha edecekti.

  Gün boyu kumandanlarımız planın ve uygulanacak taktiğin detayları üzerine kafa yorarken bizler de talim yaptık. Gece iki sularında yataklarımızda idik. Gün ağarırken ise dünkü heyecanla meydanda toplandık. Artık yola çıkmak için sabırsızlanıyorduk.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder